19 Eylül 2008 Cuma

Ramazan ayının ondokuzunda...

İçinde bulunduğumuz mübarek ayın yarısını geçtik.
Bayrama adım adım yaklaşırken gündemde farklı konular olsa bile bendeniz eskilere döneceğim.
Ramazanın kendine has bereketinden olsa gerek oruç, sadece gün boyu yenmek istenenleri getirmiyor akla...Küçücük bir anı, kocaman bir geçmişi seriveriyor gözler önüne...
Bazen gözlerimiz nemleniyor, bazense dudağımızın kenarında hafif bir gülümseyiş...

Hepimizin çocukluğuna ilişkin hatıraları pek çoktur.
Ramazan anıları da onların içindeki yerini bulur hep. İşte bu yazımda hem kendi çocukluğumla ilgili anıları tazelemek hem de okuyanları kendi çocukluk yıllarına döndürmek istedi gönlüm...


***

Beş mi, altı mı yoksa daha mı küçük yaştaydım tüm tam anımsamıyorum...

Gece yattığım yere kadar gelen enfes yemek kokularına, sessiz olmaya çabalasalar da duyduğum tıkırtılara, çatal, kaşık seslerine dayanamayıp kalkar ve kapıya dayanıp “N’olur bende geleyim” diye ağlardım...

Rahmetli Dedem gözümdeki yaşlara ve boyun büküşüme asla dayanamazdı...
Kollarını bana doğru uzatınca dünyalar benim olurdu.
Yer sofrasında dedemin bağdaş kurmuş bacaklarının arasındaki yerimi alır ve başlardım iştahla yemeye. Sonra yalvarırdım oruca niyetlenmek için....

Babaannem alırdı karşısına “Söylediklerimi tekrarla bakalım” derdi.

- Niyet ettim, niyet eyledim,
- Allah rızası için,
- Bugünkü, yarınki orucumu Rabbimin izni ile tutmaya...
- Kazasız, belasız, günahsız, erişebildiğim yere kadar tutmak nasip kısmet eyle Ya Rabbim...
Bu, anlatılamaz güzellikte bir törendi benim için.

İlk zamanlar öğlene dek tutturulan oruçlar para ile satın alınırdı bizden.
Küçüktük anlamazdık, satardık tüm masumiyetimizle oruçlarımızı büyüklerimize...
Bilmezdik niye sattığımızı ama öyle güzel ikna edilirdik ki, ertesi gün yine oruç tutmaya can atardık.
Sonra tüm gün gün oruçlu olmaya özendik ama para ile satmamak şartı ile...
Bayramlarda alıyorduk ödüllerimizi...
Babaannem her bayram birbirinden güzel kenarı dantelli, işlemeli mendiller hazırlardı...
Dedemse küçücük kadife kese içinde bayram bahşişleri...
Büyüklerimizin ellerini sıra ile öperken oruç tutmamızdan dolayı söylenen övgü dolu sözler bugün bile kulağımdadır. Bir sene sonraki Ramazanı beklemeye başlardık daha o günden.

İstanbul’un Ramazan vakitleri de bambaşkaydı.
İftar vakti sokaklara inen, o sessiz, derin ve giderek koyulaşan eflatunluğu, minareyi gözlemenin ve müezzini duymanın sevincini , evlerdeki son dakika heyecanlarını, iftar sofrasına ezan okunmadan yetişme telaşlarını, mis kokulu sofraları, semaverdeki çayın tadını, Ramazan bitimindeki o garip hüznü velhasıl geçmişte kalan tüm güzellikleri aramamak mümkün mü?
O yemeklerin lezzetini de yaşanmışlıkların büyüsünü de bulamam şimdiki iftar ve sahur sofralarında...

Çocukluğuma dair bir başka anım da ikindi ezanını akşam ezanı sanıp, toprak küpten aldığım buz gibi bir bardak su ile orucumu açmış ve koşarak dedeme gitmiştim.
- Dedeciğim ezan okundu , haydi sen de boz orucunu...
Dedem daha akşam ezanı okunmadığını söyleyince akıttığım yaşları, duyduğum anlatılmaz üzüntüyü anımsarım gözlerim nemlenerek.
Güzel dedem tatlı üslubuyla orucumun kazaya uğradığını ancak bozulmadığını anlatıp beni yatıştırana kadar epey uğraşmıştı. O günden sonra bir daha asla kazaya uğratmadım oruçlarımı...

Belki eski Ramazanların tadı, büyüsü çocukluğumuzu anımsamamızdan dolayı daha bir farklı geliyor diye düşünsem de yine de değişen dünyayı, şartları suçluyorum daha çok.
Biz her ne kadar eskiyi yaşatmaya çabalasak da aynı hazzı çocuklarımız da duysunlar diye uğraşsak da bizim dışımızdaki binlerce etken önümüzü kesiyor gün be gün...

Zaman değiştikçe ve insanlar değişen zamana ayak uydurmayı marifet sanarak içsel güzellikleri besleyen ana damarları birer birer kestikçe, kuruduklarını fark edemiyorlar ne yazık ki.

Oysa, şimdiki neslin “mazide kalmış şeyler” dediği, bazılarınınsa “gericilik” diye yaftaladığı, maddesel bakımdan asla ölçülemeyen değerlerin Ramazana özgü atmosferde en üst noktasına çıktığı o zaman dilimlerinde bilemedikleri, göremedikleri nice güzellikler saklı...

O zamanlar ana unsur yetinmeyi bilmekten geçerdi.
Ben değil biz demekti aslolan...
Küçük detaylardan büyük mutluluklar elde etmeyi becerenlerdendik.
Şükretmeyi bilen bir neslin devamıydık.
Biz,
- Yoklukta “Varlığı” bulmuştuk...
Ve bunu hiç kaybetmedik...


Çiğdem Altınöz

Hiç yorum yok: