19 Eylül 2008 Cuma

Geçmişe yolculuk…

Üç aylara girdik hamdolsun ve mübarek Regaip Kandilini idrak ettik.

Hava oldukça sıcaktı ama oğlumla birlikte oruçlu olmak istedik kandil gününde. Gece uyumadık sahur vaktine dek. Yemeğimizi yedik, niyetlendik.

Ertesi gün, bir gün öncesinden de sıcaktı, oğlum uyudu.
Benimse başıma takılan korkunç ağrı ile uyumam pek mümkün değildi.
Ağrı o denli şiddetliydi ki yürümek bile imkansızdı. Sanki minicik bir hareketten beynim zangır zangır sallanıyor ve acı misliyle artıyordu.

Önce, zar zor da olsa iftar için yemeği ateşe koydum, sonra da balkonu yıkayıp iyice serinlettim. Ağaçların yeşili, suyun verdiği serinlik ve bahçemde cıvıldaşan kuşlar öylesine huzur veriyordu ki, ağrı delicesine değildi şimdi, hızını azaltmıştı.
Oturduğum yerde düşüncelere daldım.

Çocukluk günlerim geldi aklıma…İlkokula gittiğim zamanlar…
İstanbul’da, Kartal semtine taşınmıştık. İlkokula orada başlamıştım…

İlk öğretmenimin ismini sadece bir yıl okutmasına rağmen hiç unutmadım.
İsmet Eryolalan isimli bir hanımdı.
Öylesine sevmiştim ki O’nu çok kısa sürede okumayı öğrenivermiştim. Yanaklarımı sıkar “benim akıllı kızım” diye severdi her seferinde…O yaz babamın görevi nedeniyle çok sevdiğim öğretmenime veda bile edemeden Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesine gitmiş, iki sene kalmıştık…Yine tayin çıkınca da Afyon’a gelmiş, daha sonra yine Kartal’a, evimize dönmüştük. Beşinci sınıftaydım artık ama öğretmenim emekli olmuş ve uzaklara gitmişti.

O yaz komşumuzun kızıyla birlikte Kur’an kursuna gönderdiler bizi.
Mahallenin çocuklarının gittiği bir yer varmış ve kısa sürede öğretiyormuş Kur’an okumayı…
Bizimkiler “aman biz öğrenmedik zamanında, bari çocuklarımız öğrensin” diyorlardı. Dedemse “Peygamber Efendimizin bir sözü var ki, size büyük bir müjdedir bu” demiş ve şu hadis-i şerifi söylemişti.
“Çocuklarına Kur’an öğreten anne-babaya cennette taç giydirilir.”
Eh bunu duyan annemle babam bir an bile dururlar mı?

***
Ablamı da beni de bir heyecan sarmıştı ki sormayın.

Her sabah başımızda bembeyaz örtümüz, sımsıkı sarıldığımız Elif-ba ile oldukça uzun bir yürüyüşten sonra hoca efendinin mütevazı evine gitmeye başladık.

Çok eski, toprak sıvalı bir evi vardı hocanın…bir de güleç yüzlü hanımı…
Evlerinin hemen yanına yine, toprak sıvalı , minicik pencereli bir oda vardı…Biz bu odada ders yapardık. Bu odanın kendi evinden farklı yanı, yerin de damın da hasırla kaplı olmasıydı. Hasırın arasından güneş ışıkları içeri ince ince sızar, rüzgar olduğunda da ara ara toz yağardı hasırların aralarından.

Evlerinin arka kısmındaki ahırdan ara sıra inek böğürtüleri duyardık. Hocamızın hanımı kocaman bakraçlara doldurduğu sütleri evin önünde kaynatır ille de içirirdi bize. Bazen bu sıcak sütün yanında oracıkta pişiriverdiği gözlemeleri, çörekleri de ikram ederdi.

Hoca efendi geniş minderine oturur, bizi karşısına dizerdi.
Hepimiz Elifbamızı açar, hocamızın bize tekrar ettirdiği şekilde bağırmaya başlardık.
- Elif üstün eeeeeeeeeeeeee
- Elif esere iiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii
- Eeee..iiiiiii
Bu okuma biraz müzikli gibiydi. Hoşumuza giderdi…

Hatalı okuyanın kafasına hocanın elindeki incecik dal şıp diye iniverirdi. O dalı kafamıza yememek için son derece dikkat ederdik.

Sıcacık sütler, mis kokan hamur işleri, güleç yüzler bizi öylesine çekiyordu ki ertesi gün olsa da gitsek diye bekleşir olmuştuk.
İlk günlerdeki heyecanımız, korkumuz da kalmamıştı…

Arapça harfleri sular seller gibi ezberlemiş, birbirine vurdurmaya başlamıştık… Seviniyorduk ama gelin görün ki mahallenin çocukları bizi giderek artan şekilde rahatsız ediyor, sevincimize gölge düşürüyorlardı…
Yol uzundu, tepeler aşıyorduk.
Çocuklar bizim geçeceğimiz yolu gören tepeye çıkıp bizi bekliyor ve tam biz geçerken önceden hazırladıkları taşları kafamıza atıyorlardı.
Bu, bazen çamur topları da oluyor, bembeyaz örtülerimiz, üstümüz başımız çamur içinde kalıyordu. Biz öğrenmek için yılmadan gitmeye devam ediyorduk ama saldırılar, taşlar, çamurlar, laf atmalar da giderek dozunu artırıyordu.
Ne yolu değiştirmek gibi bir şansımız ne de oraya giden bir araç bulma lüksümüz yoktu.
Durumu anlattığımız için bu kez annelerimiz götürmeye çalıştılar bizi ama aynı saldırılar annelerimize rağmen devam etti…Babalarımız işte olduğu için onların korumasından yoksunduk.
Çocukların bir kısmını tanıyorduk, ailelerine şikayet ettik. Tanımadıklarımız için yapacak bir şey yoktu. Ne yaptık ne ettikse olmadı, olamadı.
Arkadaşımın ve benim atılan taşlardan kafamız yarılıp da eve kanlar içinde dönünce kursu yarım bırakmak zorunda kaldık.
Elifba bitmek üzereydi, Kur’an’a geçmemize çok az kalmıştı. Evde devam etmeye çabalasak da beceremedik.
Böylece anne ve babamıza cennetteki tacı da garantileyememiş olduk vesselam.

***
O yıllara kaydığımda hem aklıma, hem de gözümün önüne geliveren bu acı hatıra beni yeniden düşüncelere sevk etti.

Biz o çocuklara ne yapmıştık?
Hiçbir şey…
Bizim Kur’an öğrenmemizi engellemekle ellerine ne geçecekti?
Hiçbir şey…
Ama çocuk aklıyla bizi engellemeye çabalamış ve başarılı olmuşlardı.

Acaba o çocuklar büyüyünce hangi mesleklere yönelmişlerdi?

Kur’an kursuna giden on bir, on iki yaşlarındaki o kızlara yaptıklarını acaba unutmuşlar mıydı?

Yoksa büyüdüklerinde çocukken yaptıkları taşlama eyleminin şeklini değiştirerek farklı yönden saldırılarına devam mı etmişlerdi?
Bunu bilmem imkansız…

Ancak, çocuk yaşımda heyecan duyarak, sevinerek gittiğim o kamış damlı mütevazı evi, bembeyaz sakallı hocayı, güleç yüzlü hamarat eşini, halâ sakladığım rengi sararmış solmuş Elifba’mı göğsüme sımsıkı bastırmamı, bizi acımasızca engellemelerini ve başıma yediğim taşları hiç ama hiç unutmadım.

***

Girdiğimiz üç ayların tüm İslam alemi için hayırlara vesile olmasını diliyorum.
Baki selamlar…
Temmuz-2008

Hiç yorum yok: